"Öğrenci evleri" şeklinde adlandırılan mekânlar üzerine başlayan tartışma ilginç boyutlara taşındı. Yapılan değerlendirmelerde sıklıkla bunun "gereksiz" ve "anlamsız" bir tartışma olduğu dile getirildi. Hukuk kurallarımız ile Türkiye'nin taraf olduğu ve kendi yasalarına üstünlüğünü kabul ettiği uluslararası sözleşmeler çerçevesinde bu konuda "alınabilmesi" mümkün olmayan "yasal önlem"leri tartışmak gerçekten de "gereksiz" ve "anlamsız" olabilir. Buna karşılık Türkiye'nin "ahlâk" ile siyaset ve kanun yapımı arasındaki bağlantıları ve bunların demokrasi ve özgürlüklerle olan ilişkisini ciddî biçimde tartışması lâzımdır.
Ahlâk siyaseti
Türkiye'de zannedildiğinin tersine ahlâk ile siyaset arasındaki ilişki sekülerleşme sonrasında sona ermemiştir. Bunun da ötesinde literatürde "ahlâk siyaseti (morality politics)" olarak atıfta bulunulan bir siyaset yapım biçimi yalnızca ABD'de fazlasıyla güç kazanmakla kalmamış, değişik Avrupa ülkelerinde de bilhassa muhafazakâr demokrasiyi savunan Hıristiyan demokrat örgütlenmelerce benimsenmiştir
Günümüzün gelişmiş toplumlarında, kültür eksenli bölünme çerçevesinde kürtaj, homoseksüellerin hakları, ötanazi, embriyonik kök hücre araştırmaları benzeri alanlarda yaşanan "ahlâk" temelli kutuplaşmalar ekonomik konular üzerine yaşanan bölünmelerin önüne geçmiş durumdadır.
Beş Batı Avrupa ülkesini ele alarak geçtiğimiz yıl yayınlanan bir araştırma, "ahlâk siyaseti"nin sadece ABD'de değil değişik Avrupa toplumlarında da önemli bir siyaset yaklaşımı haline geldiğini ortaya koymaktadır. Bu araştırmaya göre Hıristiyan Demokrat partilerin varolduğu Hollanda ve İsviçre'de siyaset laiklik- dindarlık kutuplaşmasına dönüşürken, böylesi bir partinin bulunmadığı İspanya'da aynı tartışma sağ- sol eksenini belirlemekte, Danimarka ve İngiltere'de ise ahlâkî sorunlar siyasîleşmemektedir.
Türkiye örneğine baktığımızda ise hem siyasetin güçlü Hıristiyan demokrat partilerin varolduğu Avrupa ülkelerindeki gibi "laik- dindar" ekseninde yapıldığını hem de İspanya'daki gibi "sağ- sol" kamplaşmasının gitgide "ahlâkî" konular üzerinden şekillendiğini görmekteyiz. Dolayısıyla bu tartışmanın gündemin ön sıralarına oturmasını rastlantı olarak yorumlamak mümkün değildir. Bu tartışma Türkiye'de siyasetin (kimlik mücadelesi dışında) almakta olduğu şekil hakkında da ilginç ipuçları vermektedir.
Ahlâk, hukuk, kanun yapımı
Türkiye'de hukukun kanun maddeleri üzerine yoğunlaşan teknik bir konuya indirgenerek felsefe ve sosyolojisinin fazlasıyla ihmâl edilmesi ahlâk, hukuk ve kanun yapımı arasında varolan ilişkilerin neredeyse hiç tartışılmaması neticesini doğurmuştur. Kanunların Batı ülkelerinden aktarılması ve hukuk ile ahlâk arasına kalın bir çizgi çeken pozitivist yaklaşımın Türkiye'de egemen olması bu tartışmanın yapılmamasında önemli rol oynamıştır. Böylesi pozitivist ya da üniversal bir "ahlâk" olamayacağı teziyle hukukun "kötü adamın bakış açısından" ele alınması gerekliliğini savunan "Holmes"cu hukuk kavramsallaştırmalarının Avrupa ve ABD'de de uzun süre etkili olduğu doğrudur.
Ancak bu toplumlarda da kökleri John Stuart Mill ile James Fitzjames Stephen arasındaki fikir ayrılığına giden ahlâk- hukuk- kanun yapımı tartışması 1950'lerden itibaren yeniden gündeme gelmiş, daha sonra önemini bir ölçüde kaybetmiş, günümüzde ise "ahlâk siyaseti"nin güç kazanması neticesinde yeni bir ivme kazanmıştır.
Stephen'in "ahlâkî sınırlamaların toplumsal yarar sağladığı, bu nedenle de yasaların egemen ahlâkî inanışları yansıtmaları ve benimsetilmelerini sağlamalarının gerekli olduğu" görüşüne Mill "toplumun bir üyesine karşı güç kullanımının ancak diğerlerinin zarar görmesi temelinde meşrulaştırılabileceğini" ileri sürerek karşı çıkmıştı.
Aynı tartışma 1950'li yıllarda İngiltere'de aralarında çok sayıda ünlü şahsiyetin bulunduğu bini aşkın kişinin homoseksüellik ithamıyla tutuklanması sonrasında neredeyse aynı tezlerle gündeme gelmiştir. 1957'de hazırlanan Wolfenden raporu "yasaların amacının vatandaşların özel yaşamına karışma ya da belirli davranış biçimlerini zor yoluyla benimsettirme olmadığını" vurgulamış, bu ise Baron Devlin ile Oxford profesörü Hart arasındaki ünlü tartışmayı tetiklemiştir.
Bu tartışmada çatışan tezler de "toplumun ahlâken yanlış olduğunu düşündüğü davranışlara engel olunmamasının ona zarar vererek çöküşüne neden olacağı" ve "yasanın özel yaşama ilişkin davranışlar alanında ahlâkîliği zorlayamayacağı" etrafında şekillenmiştir. Ahlâk siyasetinin yaygınlaştığı günümüz dünyasında da temelde Stephen ile Mill ve Devlin ile Hart arasındaki tartışmadaki tezler gündeme getirilmektedir (AİHM kararları Mill ve Hart'ın yaklaşımlarının günümüz Avrupa hukuk tartışmasında egemen olduğunu ortaya koymaktadır) ki, gündemimize oturan "öğrenci evleri" münakaşasında da benzeri bir eksen şekillenmektedir.
Ahlâk, demokrasi, çoğulculuk
Kültür eksenli kutuplaşmaların arttığı ve ahlâk siyasetinin güç kazandığı günümüz dünyasında bir yandan da çoğulculuk ve çok kültürlülüğün yaygınlaşması, sorunun "toplumsal ahlâkın korunması" ve "özel yaşam" dışında demokrasi açısından da ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.
Gerçek anlamda çoğulcu ve demokratik bir toplumda sadece "ahlâkî" değer ve eğilimlere dayanarak belirli davranış biçimlerinin yasaklanabilmesi mümkün değildir. Toplumun çoğunluğunun bir davranışı "yanlış" bulması, onun diğer bireylere doğrudan zarar vermemesi ve kamu düzenini sarsmaması durumunda, "yasaklanması" ve "cezalandırılması" için gerekli neden olamaz. Ronald Dworkin'in de belirttiği gibi "demokrasi çoğunluk tarafından benimsenen değer ve kanaatlerin zorla benimsettirilmesi"ni amaçlayan bir rejim değildir.
"Öğrenci evleri" üzerinden başlatılan tartışma anlamsız değil, tam tersine büyük önem taşıyan, günümüz dünyasının egemen tartışmasıdır. "Zina," "kürtaj," "öğrenci evleri" benzeri konular üzerinden sürdürdüğümüz tartışmanın -kimlik tartışması dışında- gündemdeki öncelikli yerini koruyacağı kuşkusuzdur. Dolayısıyla bu tartışmadan korkmamak gereklidir.
Bu tartışma sürdürülürken, bu tür konulara uzun süre "pozitivist hukuk yorumu/ ahlâkçılık" kutuplaşması çerçevesinden bakan entelektüellerimizin hukuk ile ahlâkın ilintisiz olduğunu savunma yerine, Dworkin'in önerdiği gibi, onlar arasında ontolojik değil epistemik bir ilişkinin kurulmasına çalışması fazlasıyla yararlı olacaktır.
Tartışmanın "çoğunluğun kanaatlerini ve değerlerini toplumun geneline zor kullanarak ve yasakçılık yoluyla benimsettirmeye çalışan" bir rejimin, "bu çoğunluğun oranı ne olursa olsun" demokrasinin temel ilkeleriyle bağdaşmasının mümkün olmadığı göz ardı edilmeden yapılması ise onun anlamlı bir bağlamda sürdürülmesini sağlayacaktır.